Sağlık Perspektifinden 22. Taraflar Konferansı ve Kömürün Kısa Bir Tarihi

Trump’tan sonra 2017’den önce 22. Taraflar Konferansı’nda olanları bir de sağlık perspektifinden değerlendirmekte fayda. Sera gazı emisyonlarındaki artışın başlıca nedeni fosil yakıtlardan enerji üretmenin yarattığı bir sorun daha var, insan sağlığı. 22. Taraflar Konferası’nda sağlık alanında yeni toplantılar ve etkinlikler yer aldı, COP22 özellikle Dünya Sağlık Örgütü’nün pek çok toplantı sunumuna ev sahipliği yaptı. Konferansta iklim değişikliğinin insan sağlığına etkisi kadar enerji üretim yöntemleri de eleştirildi ve özellikle kömürlü termik santrallerin yarattığı hava kirliliği ele alındı.  Enerji üretimi üç ana alt başlıktan oluşur; elektrik üretimi, ısıtma ve ulaşım. Biz enerji üretimini ve kömürün kullanılmasını ele alalım ve kömürün hikâyesini kısaca anlatalım.

Dünyanın gaz ve toz bulutundan ibaret olmasının üzerinde 13,8 milyar yıl geçmişti ve M.Ö.3500lerde Çin’de ilk kömür madenciliği başlamıştı. Kömürün ilk kez kullananlar bilindiği kadarıyla Aztekler ve Amerikan yerlileri oldu. Kömür madenciliğinin yarattığı çevre ve sağlık sorunları ise ancak 1900’lerde konuşulmaya başlandı. Kömürün tarihi istihdam, siyaset, ekonomi ve sömürünün tarihi ile eş güdümlü, bu nedenle bu kırılım noktalarının bize anlatabileceği şeyler var. Ayrıca not etmek gerek ki kömür sektörü istihdam için hala bir fırsat gibi görünse de bugün yenilenebilir enerjinden elektrik üretiminin kömüre kıyasla daha fazla insana iş sağladığına yönelik analizler var.

Kömür madenciliğini ele alalım; kömür çıkartılırken açığa çıkan metan (CH4), karbon monoksit (CO) ve kömür tozu işçilerin sağlığını doğrudan tehdit etmekte ve ne yazık ki bu safhada açığa çıkan kirleticilere ilişkin küresel ölçekte herhangi bir limit yok. Ayrıca kömür madenciliği sonucu toprak ve su kirlenmesi de dolaylı olarak insan sağlığını etkilemekte. Kömür yakımı ise sülfüt dioksit, nitrojen dioksit, partikül maddeler, karbon monoksit, cıva, arsenik ile kadmiyum ve kurşun gibi ağır metalleri de açığa çıkarır. Binlerce kilometre uçabilen ve yağmurla suya karışabilen bu maddeler, kömürlü termik santrallerin sadece yakınında yaşayanları değil uzağındakilerin de sağlığını etkiler. Tıpkı Kocaeli’ndeki sanayinin yarattığı kirliliğinin 16 milyon İstanbulluyu etkilemesi gibi.

Avrupa Çevre Ajansı’nın 2014 verilerine göre Türkiye'de şehirlerdeki nüfusun %97,2'si Avrupa'daki hava kirliliği limitlerinin (partikül madde 10 verilerisi alınmıştır) altında yaşamakta.[1] Buna rağmen 2014 yılında Türkiye’de aktif olarak çalışan 50 MW üstü21 termik santralin yaklaşık yarısının çevresel performanslarına ilişkin ciddi endişeler bulunmakta. [2]

Ve ne yazık ki bu santrallerin toz filtreleri ve desülfizasyon üniteleri gibi çevre kirliliğini önlemeye yönelik altyapılarının var olup olmadığı ve varsa bu ünitelerin çalışma performansları kamuyla paylaşılmamaktadır. Hava kirliliği, doğrudan solunum, kalp-damar, beyin ve sinir sistemleri etkileyerek kalıcı hastalıklara yol açar ve yaşam kayıplarına neden olur. Aynı zamanda hava kirliliği anne adaylarını doğrudan etkiler ve düşüklere yol açabilir ki düşük ağırlıkta bebek doğum ve düşük oranları Türkiye için bu önemli bir sağlık meselesi haline gelmektedir. Hava kirliliğinin etkileri bunlarla sınırlı kalmayıp, diyabet ve alzaymır ile ilişkili olduğuna dair kanıtlar artmaktadır.

Türkiye’de kömürlü termik santrallere bağlı hava kirliliğine ilişkin diğer bir endişe de hava kalitesiyle ilgili yetersiz veri analizidir. Uzun Menzilli Sınır Ötesi Hava Kirliliği Sözleşmesi’nin taraf olan Türkiye bu protokol çerçevesince sadece NOx, So2, NMVOC, CO ve PM10 emisyonlarını raporlarken, PM 2,5 ve ve ağır metal emisyonlarının raporlaması yapılmamaktadır. Ve ne yazık ki başta PM10 olmak üzere bu kirleticilerin ulusal limit değerler DSÖ’nün insan sağlığını öncelikli tutarak belirlediği limitten daha yüksek, insan sağlığını koruma hedefinden uzaktır.

Kara Rapor

HEAL’in 2015 yılındaki çalışmasına göre, Türkiye'de termik santrallerin yarattığı hava kirliliğine bağlı olarak her yıl yaklaşık 3bin kişi yaşamını kaybetmektedir.[1] Hava kirliliğiyle ilgili sınır değerler ne olursa olsun, kömürün çıkarılması, taşınması, yakılması ve atıklarının depolanmasını tüm teknolojilere rağmen kalıcı sağlık sorunlarına yol açmaktadır ve hava kirliliğinin Türkiye için önemli bir konudur

Yazının başında da belirttiğimiz gibi, 21. Taraflar Konferası’nda Paris Anlaşması’nın somut adımları konuşulurken, sağlık konusu da gündemdeydi. DSÖ şehirlerdeki hava kirliliğine odaklanan “Breathe Life” kampanyasını tanıttı. Kampanyanın web sitesine girerek DSÖ’nün şehriniz için hesapladığı hava kirliliği verilerine bakabilirsiniz, şu anda 2014 verilerinin gösterildiğini akılda tutmakta fayda var.

15 Kasım’da ise Dünya Sağlık Örgütü Paris Anlaşması’na referans vererek ilk defa sağlık alanında ve bakanlar ölçeğinde bildirge yayınladı ve dünyanın dört bir yanından 20’den fazla çevre ve sağlık bakanı, bu bildirgeyi imzaladı.[2] Deklarasyona göre imzacı taraflar iklim değişikliğinin sağlık etkilerini, iklim değişikliği ile mücadelenin halk sağlığına önemli katkıları olacağını kabul ediyor. Ayrıca imzacılar, ülkelerin emisyon azaltım hedeflerinde ve iklim değişikliği uyum planlarında halk sağlığını göz önünde bulunduracaklarını taahhüt altına alıyor. Zamanlaması oldukça kritik bu bildirgeTürkiye’nin imza koyması oldukça uzak bir ihtimal, yaygınlaşması da başta imzacı ülkeler ve DSÖ olmak üzere hepimize düşüyor. Ancak deklarasyonun emisyon azaltım hedeflerine doğrudan atıfta bulunması devamının geleceği hissini güçlendiriyor. Birey ve kurum olarak bildirgeyi imzalamak isterseniz linkten destekleyebilirsiniz.

22. Taraflar Konferası’nda sağlık ve araştırma alanında öne çıkan son konuda Lancet Geri Sayımı. Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Meteoroloji Örgütü ve üniversitelerin işbirliği ile kurulan oluşumda, 16 araştırma kurumu ve 48 uzmanın beraber çalışacağı Lancet Geri Sayımı, iklim değişikliği politikalarının halk sağlığı üzerindeki etkisini 2030’a kadar yıllık olarak Lancet’e raporlayacak.